Zafer Akşit
İstanbul’da yaşıyor ve çalışıyor
‘Burası’ hala orada mı?
2024
4 Parça Ses Yerleştirmesi
Tarihi Sinop Cezaevi 40’12’’
Tersane Mahallesi ve Buzhane 55’22’’
Hal Binası 27’47’’
‘Burası’ hala orada mı?, Sinop sakinlerinin anlatıları aracılığıyla bellek, mekan ve değişim arasındaki hassas kesişimi keşfediyor. Buzhane Binası, Tershane Mahallesi, Hal Binası ve Tarihi Sinop Cezaevi kompleksi hakkında Sinoplularla yapılan sohbetler aracılığıyla, ‘Burası’ hala orada mı? kişisel ve toplumsal tarihleri Sinop şehrinin simgeleri haline gelmiş yapılar üzerinden bir araya getiriyor.
Bir zamanlar günlük yaşamın dokusunun ayrılmaz bir parçası olan, ancak artık tamamen dönüştürülmüş ve yeniden işlevlendirilmiş bu mekanlara dair anıları tam da onların oluştuğu noktalarda yeniden seslendirerek, ‘Burası’ hala orada mı? dinleyicileri bu kamusal mekanların geçmiş hayatlarını yeniden hayal etmeye ve hem mekânların hem de belleğin geçici doğasıyla yüzleşmeye çağırıyor.
Bu ses yerleştirmelerinde, Sinop sakinleri için simgeleşmiş yapıları eski halleriyle, kendi işlevlerini yerine getirdikleri zamanları hatırlayan belki de son kuşak Sinopluların seslerini duyuyoruz. Bu sesler, halin esnaflarla ve onların müşterileriyle dolup taştığı, Buzhane’nin balıkçıların ve yerel halkın buz ihtiyacını karşıladığı, Tershane Mahallesinin “pek de tekin olmayan” bir üne sahip olduğu ve Sinop Cezaevi’nin turistler yerine mahkumlar barındırdığı zamanları tasvir ederken, dinleyiciler üzerinde hem nostaljik bir iz bırakıyor hem de, iyisiyle, kötüsüyle, zaman içinde yitirilenlerin ve onların yerini almış olanların üzerine bir tefekkür fırsatı veriyor.
Anlatanlar:
Tarihi Sinop Cezaevi:
-Ali Bey, Çocukluğunda Sinop Tarihi Cezaevi’nin yanında bir binada yaşamış.
-Anonim, Tarihi Sinop Cezaevi’nin Müze olarak restore edilme sürecinde cezaevinin tarihi olmayan ek binalarının yıkımı görevi üstlenmiş
-Hatice Çiçeksever, Sinop Sakini
-Hakan Bey & Fatih Bey, Sinop Sakinleri
-Ahmet Bey, Tarihi Sinop Cezaevi gardiyanlığı görevi üstlenmiş
Ses yerleştirmesinin transkripsiyonu:
A: Küçüklüğüm tarihi cezaevi, Sinop Cezaevinin hemen yakınındaki bir sokakta geçti. Beş, altı yaşlarında o sokağa geldim. Kendi evimizdi sokaktaki evimiz, yaşadığımız ev. En büyük anılarımdan biri yani oradaki anımsadığım; bir yangın vardı, o zaman beş, altı yaşlarındaydım işte. Bir yangın çıkmıştı. Cezaevindeki o yangını evin camından, çatısından çıkan alevleri görmüştüm o zaman ve çok etkilenmiştim, küçük yaşta ilk defa öyle büyük bir yangın gördüğüm için. Bir panik vardı, sesler vardı, bağırtılar vardı. Çok tabii çocuk olduğumuz için de bu gibi şeylerden de etkileniyorsunuz. Onu hatırlıyorum.
Bizim evimizden baktığımız zaman, cezaeviyle zaten evimiz arasında biz hendek tabir ettiğimiz bir ormanlık alan vardı. Şimdi orası Sabahattin Ali Caddesi olarak hizmete açıldı belediye tarafından yapıldı. Biz o hendekten sonra karşımızdaki kale surlarının ve askerlerin gözetleme kulelerinin görüyorduk. İşte askerlerin düdük sesleri, belli bir saatlerde ondan sonra mahkumlar koğuştan çıktıkları zaman alana, meydana onların bağırtılarını falan duyuyorduk o zaman. İşte, askerlerin nöbetteki gece gündüz ışık, ışık vurduğu zaman onların oradaki nöbetlerini izliyorduk. Hani içerisini dışarıdan görmesi imkan yok tabii ki. Çünkü çok büyük kale surları olduğu için, içerisini yani çatıya bile çıksanız göremiyordunuz. Tabii, oradaki yaşananları falan, insan merak ediyor, oradaki insanların, mahkumların hal ve durumunu ama ne yazık ki içeriye giremediğiniz için veya dışarıdan göremediğiniz için bu gibi şeyleri göremiyorduk. Bir de küçüklüğümde şöyle bir şey hatırlıyorum; bizim cama cam kırılmıştı, evin camı mahkumlar tarafından içeride herhalde matbaa vardı, matbaa da kullanılan harflerden bir tanesi bizim evin camına gelmiş, herhalde, büyük ihtimalle, mahkumlar atmışlardır. Camımız kırılmıştı. O şekilde bir hatıram da var. Onun dışında fazla da bilgimiz yok yani içeride olup bitenden.
Şimdi mahallede bazı komşularımız, o hendek dediğimiz ormanlık alanda yani böyle bitkiler falan var, işte yabani hayvanlar da var. Sansar türü hayvanlar da vardı orada yaşıyorlardı çünkü bakımsız bir yerdi orası. Belli bir kısmına, mahalledeki komşularımız, bağa bahçe böyle domates, biber yaz aylarında ekip biçiyorlardı, yapıyorlardı yani. Ondan sonra onun ana cadde girişinde hatırlarsam herhalde bir büyük ihtimalle bir fırın vardı. O fırını yıktılar ana caddeden aşağıya denize kadar bir park, bahçe anlamında yapıldı. Banklar full oturma yerleri konuldu. Işıklandırma yapıldı. Gayet güzel oldu. O vahşi hayat oradan silindi tabii ki. Ondan sonra da Sabahattin Ali Caddesi adı verildi.
Benim işte hendek diye bahsettiğimiz yer, yere girilmiyordu. Zor şartlarda giriliyordu yani; binalardan atlamanız lazım, arka bahçelerden geçmeniz gerekiyordu ama şimdi o zamanki belediye başkanlığı, orayı park alanı ilan etti, cadde yaptı düzeltti gibi bir şey oldu. Bizim ev kot farkı olduğu için ceza surları aşağıda kalıyordu. Bizim, benim tek hatırladığım o gözetleme kulelerindeki parlak ışıklar vardı, aydınlatan. O ışıklara görürdük ama içerisinin, konuşmanın başında demiştim ya; içerisini görmeye imkan yoktu yani çatıdan bile göremiyorduk içerisini. Tabii, büyüklerimizin yani bizden önceki anne ve babalarımızın hatıraları yani anları daha fazla olabilir ama kapalı kutu yani sonuçta. Dışarıdan surları görüyorsunuz, oradaki askerleri görüyorsunuz. Benim yaşadıklarım bunlar.
Şimdi bunlar şey yaptılar; tarihi cezaevi, yeni cezaevi yapılınca taşındı. Buraya, halka şey açtılar, gezi yani insanlar artık gezsin, içeridekileri görsün diye. Ben o inanırmısınız, açıldı beş altı sene sonra gidip gezdim. Evim karşısında oldu, o da şöyle oldu, hiç yani hep dışarıdan görüyoruz ya, artık bizim için normal sıradan oldu yani. Sanki mahallede bir okul gibi ev gibi. Mahallenin içinde sonuçta cezaevi. Bir arkadaşım geldi, il dışından hanımıyla. ‘’Ya Ali dedi cezaevini dedi gezmek istiyoruz’’ dedi. ‘’Valla dedim iyi olur, beş, altı sene oldu açılalı dedim ben gezmedim’’ dedim. Sizin vasıtanızla bahane olmuş olur dedim gezelim dedim. Öyle gezdim yani. Bafra’dan bir arkadaşım gelmişti eşiyle, öyle gezdim ama hakikaten oradaki psikoloji çok farklı. Şeyler işte, idam edilen yerler var, zindanlar var, insanlar orada yani sayılı cezaevlerinde zaten. Bir de ünlü duymuşsunuzdur. İşte Sabahattin Ali yatmış, ondan sonra mafya babaları yatmış burada, çok ünlü kişiler yatmış yani önceden orada. Ama şimdi o eski halinden, biraz da modernleştirdiler herhalde. O, eski hali, ilk yapılmadan önceki bundan önceki hali, daha orijinaldi, ben sonradan gezdim de. Sanki hissediyorsunuz yani. O şeyi.
B: Oranın, oradaki işi ben yaptım. Orada ne vardı? Fırın vardı. Askeri birlik vardı, birlik yeri vardı. Şu anki fırın yukarıda, en başta, üstte, minibüs duraklarının olduğu yere çıktı, orada eski bir cezaevi müdürünün evi vardı; eski, ağaçlı ev. Tam onun karşısında aşağıda kaleye bitişikte askeri birliğin olduğu bir bina vardı, beton bina. Onlar temizlendi. Şeyin iki…
A: Abi, o şimdi? Sabahattin Ali’nin başında fırın vardı benim hatırladığım.
B: Sabahattin Ali’nin başında değil.
A: Sakarya Caddesinde.
B: Sakarya Caddesi değil, Hayır! Hayır! Tam yukarıda. Tam yukarıda. Nerede biliyor musun? Şu andaki otobüs duraklarının kalktığı yerin üst taraftan girişte orada var.
A: Abi aşağıda fırın vardı ya, gözünü seveyim.
B: Jeneratör odası, eski, jeneratör odası vardı orada. Orayı fırın yaptılar.
A:Sakarya Caddesinde, camiyi geçiyorsun.
B: Tamam.
A: Sakarya camisini geçtin.
B: Tamam.
A: Hotel Gülün yeri var.
B: Tamam.
A: Orada küçük dükkanlar var işte.
B: Tamam.
A: O dükkanların yanında fırın vardı.
B: O dükkanın yanındaki fırın cezaevinin fırını değildi.
A: Değildi!
B: Cezaevinin kendi fırını vardı.
A: Cezaevi fırınından bahsetmiyorum ben. O, küçük fırın yıkıldı. O cadde açıldı, yol açıldı.
B: Cadde açıldı, cadde açıldı.
A: Ondan bahsediyorum.
B: Ben cezaevinin içinin içini, şu anki insanların parayla gezdiği için konuşuyorum. Aşağıda bir kapı vardır.
A: Ha, onların kendi fırını vardı değil mi? Cezaevinde.
B: Tabii, cezaevinin kendi fırını vardı o zaman. Aşağıda bir kapı vardır.
A: Evet, cezaevinin içindeki binaları temizlemiş.
B: Ben cezaevinin içindeki binaları temizledim…
A: Sonradan yapılan binaları.
B: Sonradan yapılan ek binaları. Bir kapı vardır, bir kapı ana giriş var, Lonca Kapısı. Bir de aşağıda şey kapısı vardır. Sopa giriş kapı.
A: Şey var mı? Cezaevinde gibi bir anın var mı?
C: Yok. Onları o zaman ben temizledim.
A: Abi cezaevinde?
B: Şöyle deyim ben size şu anki geminin, kolunun, o alınan geminin tam karşısındaydı, askeri birlik. Oranın esas iki tane şeyin olduğu yer, o geminin olduğu yerin, ikisinin arasında orda Sinop’un ilk para basma, ne denir? Orası? Para…?
A: Darphane.
B: Para basmaya ne deniyor?
A: Darphane.
B: Oranın olduğu yerde darphane vardı. İki cezaevini, iki kolunun, iki koğuşun arasındaki yer, darphaneymiş eskiden. Onları da müzeciler söyledi, tarihçiler söyledi. Bir de çok top çıktı, gülle. Acayip şekilde, en az yüz taneye yakın gülle çıktı, onların hepsi tabi şeye gitti. Toplandı getirildi, verildi.
A: Peki bu temizliği şeyde yaptın ama…
B: Tabii…
A: Cezaevine gidince mi yaptın?
B: Tabii, 2010’ da yaptım.
A He.
B: 2010 senesinde oranın çevre temizliği, cezaevinin eski hali…
A: -ne getirmek için.
B: Eski haline getirmek için çevre temizliği yaptım.
A: Yani sonra yapılan eklentileri…
B: Yıkıldı, yani, oranın, iş makineleriyle falan…
A: Orada artık mahkum kalmadı.
B: Kalmadı tabii, şimdi şeyi kapıyı da buradan kaldırmışlar, büyük kapıyı da cezaevinin giriş kapısını da kaldırmışlar. Demir kapıyı da sürgülü. Yani bir taraftan bir tarafa sürülebilen demir kapı vardı. Yukarıda yine iki çocuk bölümü var. Aşağıda çocuk cezaevi var. Yani ıslahhane denilen yer var, orasını herkesin gezip görmesini isterim. Bir de onun karşısındaki şeylerin olduğu yer, ne diyorlardı onlara? İnsanların…’hücreler’. Oraların da çok, Sabahattin Ali’nin kaldığı hücre de orda zaten. Şeyler yazdığı… hücreler de orda.
B: Tuvaleti… Her şeyi, şöyle diyeyim ben size; bir buçuğa bir buçuk gibi veya iki gibi bir hücre yani. Bir buçuğa evet, bir buçuğa iki. Başka bir büyüklük yok orda. Büyük kapılar, demir kapılar… Alttan yemek verme yerleri var. Tuvaleti de orada, yatağı da orada, el yıkama yeri de orada her şeyi orada. Her şey hücrenin içinde. Onlar çocuk ıslahın ıslak hücreleri. Bir de ana hücreler var aşağıda. Onları o zaman bizim gezme imkanımız olmadı. Yani, onları salondan işte, içeriden marangoz atölyeleri… şeyler vardı… döküm… döküm değil, örüm atölyeleri vardı. Örgü işleri yapar, halı, kilim atölyeleri vardı. Onları o zaman biz fazla gezemedik çalıştığımız için, biz fazla gezemedik. Benim bildiğim bu kadar cezaevinin. Biz orayı temizleyen bendim zaten o zaman. Yani pisliği, şey tabirden söylemek gerekirse ‘pislik’. Ama yeri, yapıları tarihe cezaevini ortaya çıkarmak, kaleyi ortaya çıkarmak için orayı biz temizledik o zaman.
B: Bir, bir aya yakın iki kamyon devamlı çekti. Yanı yıktım, doldurdum, attım. Yıktım, doldurdum, attım. Etrafın düzenlenmesi oldu, çevre düzenlenmesi oldu. Epey bir çıktı yani. Nerden baksan, yine şöyle diyeyim ben size, otuz kamyona yakın pislik çıktı oradan tabi. Çünkü yeni bina taş binaydı briket, tuğla binaydı o yıkıldı. Orada daha sonra müdür evi olarak yapılan üç katlı eski bir bina vardı, o yıkıldı. Fırın kaldırıldı. Onlar, tarihi cezaevine sonradan ek binalar yapılmış olduğu için onlar kaldırıldı yeni silüetini göz önüne çıkarmak için. Orası cezaevi olduğu için, ihtiyaç, ne ihtiyacın varsa o zaman tarihin pek bir önemi yoktu yani ne burası askeri bina, küt askeri bina kondurmuşlar, ne yapalım buraya, bir fırın çünkü cezaevine içeriden ekmek almasına gerekiyordu onların ekmek ihtiyacını karşılamak için de tutmuşlar oraya koca bir fırın vardı. Acayip bir fırını vardı. Oraya ne yapalım, ya müdüre bir tane lojman çıkalım buraya. Tutmuşlar üç katlı bir lojman yapmışlar, cezaevi olduğu yerden üç kat, arkadan bir, bir buçuk kat gözükebilen.
A: Kotla. Evet.
B: Evet, kot farkından dolayı. Onun daha altında eski tarihi kapı vardı, Sinop’un. Sinop olmadan önceki, sur zamandan kalma üç kapıdan bir tanesi cezaevinin içerisindeydi. Ona ne deniyordu? Lonca Kapısı mı deniyordu? Hangisi olduğunu ikisini de bilmiyorum ama isim olarak Lonca Kapısı arası bir girişti. Onların isimlerini bilmiyorum. Yani oradan kalmaydı. En güzel şeyi Sinop Tarihi Cezaevi için, en güzel şeyi söyleyen kişi, bu seyyah var bilmem ne. Ali neydi onun ismi?
A: Kim abi?
B: Gezgin veya seyyah? O gelmiş, o yazmış. Bir şey, Mehmet Çelebi değil. Konyalı bu Mevlana… Çelebi de olabilir. Şöyle yazmış, öyle bir gardiyanlar var ki… her gardiyanın
A: İçeride kalmış mı o?
B: He?
A: İçeride yatmış mı?
B: İçeride yatmış mı derken? Yatma değil, o seyyah yani…
A: Geziyor.
B: Geziyor, gezgin o, seyyah anlamı gezgindir. ‘’Her, her adamın, yani gardiyanın bıyıklarından bir adam asılır. Öyle gardiyanlar var ki adamı burdan as.’’ Ve ilk girişte burçta, ilk girişte cezaevine kapıdan ilk girdiğin zaman sağ taraftaki burcun içinde, burcun içinde orası bir oda gibi tecrit odası yani kimsenin giremediği, çıkamadığı bir oda zincirlerle çarmıha gerer gibi bağlıyorlarmış o şekilde orada yazıyor, onun ismi de seyyah bilmem kim diyerekten. Cezaevinin zaten şu anki binası askeri bina, Sinop’a girişte, cezaevi kalesine bitişik, yukarıdan girişte sol, taban yolun kenarında tam onun karşısında, tam karşısında, üst kapıdan girişte, şu an ki yine girişte sağ tarafta fırın vardı. Fırına da bitişik lojman vardı. Ondan sonra başka bir şey, tabii o taraflarda ufak tefek yine şeyler vardı, çamaşırhaneler vardı, yani şey olarak çamaşırhaneler vardı, göz, göz, göz, göz çamaşırhaneler vardı. Onların hepsi, yıkıldı temizlendi. Onlar sonradan ek, onların tarihle bir ilgisi yoktu onların. Hatta o şeylerin yıktığımız zaman çamaşırhanelerin bir tanesinin arkasından toprak yığınıydı. Kot farkı var ya, az göçük orası şey.
O kot farkından, orayı temizlerken aldığımız yerden acayip şekilde gülleler çıktı. Bunlar, gülle derken taş gülle bunlar mancınıkla atılan gülleler gemilere. Daha önceden burası tersaneymiş ya, tersane zamanından kalma, bilmem kaç yüz senelerden, tersane zamanından kalma gülleler çıktı. Bunların arasında, ufak gülleler de çıktı. Çapı, 10 santimdi. Ama öbür, taş güllelerin çapı 30 santimdi. Yani şey hani, çap dediğin zaman, yuvarlak değil, çapı, 30 santimdi. O şekilde gülleler vardı en az 30 santim ama falan filan. O şekilde. Bu gülleler de çakmak taşından. Yani şey kaya maya değil. Çakmak taşından yapmaydı. Elle yapma. Oldu… Hadi görüşürüz. Ben kaçtım.
A: Ben 73 yaşımdayım. Benim dönemin Sinop’u 1968 kuşağı sayılır. Fevkalade güzel yaşadık, çok güzel bir şehirdi. Sinop’un en güzelliği nedir biliyor musunuz yavrum? Sinop bir yarımada, şimdi seninle bu sohbeti yaptığımız ev, 1940’da kurulmuş ama tabii burası çok eski lokasyon. Yanda camiyi görüyorsun, o bir Osmanlı camisi. Onun birazcık ötesinde cezaevini görüyorsun, Türkiye’nin en meşhur cezaevi. Onun yan tarafında askerlik şubesini görüyorsun. Biraz daha içeri geldikçe, 1960’lı yıllarda, 1960’lı demeyeyim, 1950'lilerde galiba hal binası
yapılmış, yani şehir bu yarımadanın orta göbeğinde toplanmış. Her yere yürüyerek ulaşabileceğiniz, ve hiç korkmadan gidebileceğiniz bir yerde. Cep sinemaları vardı işte, haftasonları eşekleri süslerler, eşeklerle at limana giderler.
Amerikalılara mektup mu gidecek, uçakları gelir, Aklimanda yere iniş yapar. Ay millet uçak görmeye gider. Onların hediyeleri gelir falan, yani böyle kendi küçük ama hem tarihi hem yaşaması çok güçlü bir şehirdi. Çok sevimli bir şehirdi. Çünkü neden? Betonlaşma yoktu, Sinop’un rüzgarına göre evler zikzak şeklinde inşa edilmiş, çoğu ahşap ve müstakil evlerdi görüyorsun bu evde çok eski bir ev ve dolayısıyla rüzgar evlerin arasından girdiği için, şimdi ki gibi rutubet olmazdı, şimdi ki gibi sıcak bunaltmazdı. Fevkalade güzeldi.
A: Cezaevinin de kocaman gardiyanı vardı iri kıyım böyle karşımızda otururdu. Cezaevinde ünlü tutuklular kalırdı, mesela bunlardan biri Sabahattin Ali, zaten şarkısıyla konu oldu. Ama şehre hiç zarar vermezlerdi. Çok eski fotoğraflarında görürsünüz, cezaevinin duvarından itibaren deniz başlardı. Hayvanları olan kadınlar oralara gider, atık ekmek parçalarını toplarlardı. Ama şimdi oradan yol geçirdiler. Cezaevi içeride kaldı artık öyle bir şey görünmüyor. Ve çok güzeldi mesela şimdi bizim terastan gösteririm sana, oradan baktığında da cezaevi görülüyor. Cezaevinin kuleleri var, kulelerinde asker dolaşırdı. Biz böyle merak ederdik askeri göreceğiz diye. Evimiz yakın olduğu için aslında mahkumlar gelirdi şurada dururdu, tabii o zaman böyle trafik yok. Arabalar, ‘Aaa’ derlerdi, ‘’Yine azılı mahkum gelmiş.‘’ Mesela, artistlerden birinin kocası, adını unuttum, adını birden bilemedim. Birisi o geldi mesela hep duyulurdu o geldi falan diye.
Tabii Sinop cezaevinin özelliği, kalelerle çevrili oluşu ve kaçma imkanın olmayışı çünkü denize sıfır. Bir de denize bakan yerde, azılı mahkumlar için demirlerin üstünde altından deniz akarak hücreler vardı. Çok feci yani orada ömür geçirmek. Ama cezaevinde de yine güzel bir şey vardı. Boncuk işleri yapılırdı, yel kotra yelkenli kotra yapılırdı, cevizden efendim sigara kutuları, el işi kutuları yapılırdı hatta bizde de var evimizde gösteririm. Yani orası da bir rehabilitasyon merkezi gibi çalışırdı. Böyle haydut gibi cezası var diye öyle bir çirkinlik yoktu, çok güzeldi.
H: Biz cezaevi ilk böyle tescil edildi yenisi açıldı falan o dönemde güzel sanatlar lise de okuduğumuzda, biz gidip resim çizerdik. Ama bizde arşivcilik olmadığı için hiçbiri yok. Yıllarca altıl şekilde durdu. İnsanlar ziyaret kapasitesi arttığı şekilde, Sinop’ta çekilen bir dizi ile cezaevi popülaritesi açıldı. Ama çok hazır değildi yani yaşanmışlığı anlatacak bir durum yok, bir rehber yok işte öyle olmuş pala bıyıklı en son emekli olan bir abi vardı kimse haz etmezdi ama iyi kötü hikayelendirildi, yalan da olsa. Oraya buraya yatırdık kaldırdık falan gibisinden bir şeyler anlattı o dönemde. Bence hala bir hikayelendirme söz konusu değil içerisiyle alakalı.
Şimdi biz biraz da turizimle de ilgilendiğimiz için buraya ticaret yapan firmalar. Büyük firmalar, bir portföyleri var elinde ve ben bu vatandaşı atıyorum cezaevini gezdirdim. Adam gezdi, dört duvar. Evet yaşanmış, yeni videolar var ya. Evet gördüm, oldum falan diye böyle bir durum söz konusu. Adama aynı portföya aynı şeyi gezdirememekten şikayetçi. Onun için de gitgide bu popülaritesini kaybetti. Hani etkilenen insan sayısı o kadar az oluyor ki. Çünkü hikayelendiremediler işi. Şartları ağır olduğu için yani kaleden bozma bir cezaevi olduğu için bir cezaevine uygun bir yapısı yok. Böyle bir imkan var elimizde bunları buralara koyalım. Bu da insan sağlığını yani nefes alan bir bina ya da nemi suyu rutubeti adamı eritir yani. Yaşayan insanlar çok zorluk yaşadığı için böyle bir nam salmış bir yer. Tabii, bir sürü medeniyete de ev sahipliği yaptı, tarihi bir yapısı da var. Yani, bence bu cezaevinin popülaritesi diziden sonra arttı. Ama baktığın zaman ilk sinema filmlerinde de Sinop Cezaevi kapısından çıktılar. Yani demek ki bir şeyi var bizim bilmediğimiz.
A: Çünkü sürgün yeriydi burası. Sinop Cezaevi böyle anılıyordu. Bir de Hakan’ın bahsettiği dönemden önce asıl, işte Sabahattin Ali’nin de yazdığı sözlerle, şey diyor ya ‘Dışarıda gelir dalgalar yalar’, yalıyordu eskiden, sonradan oraya dolgu yapıldı. Bence zaten Sinop’a yapılmış en büyük ihanet orada başlıyor. Yani hani Sinop Venedik gibi bir yer olabilirken, o dolguyla hikaye bölünüyor. Sonra başka yerler dolduruluyor falan filan derken, şu an zaten şehrin içine ettik. Ama zaten cezaevinin acı hikayesine ilişkin şey var işte. Orada yatanlar, adam işte idam cezası almış, bir şekilde af almış sonrasında, aftan çıkmış ama adam yine ölüyor. Çünkü çok ciddi, anlamda fiziksel olarak çok kötü şartlar var, çok ciddi bir rutubet var, nem var. Kötü yani her anlamda şartlar.
Cezaevinde alakalı yine bir çekim yaparken iki kişiyle görüşmüştük hatta biriyle görüşemedik hayatını kaybettiği için. Zindana atılıyordu, çünkü cezaevinin girişi zindandı. Yani çok enteresan, çok kötü şartlara sahip. O dönem zaten genelde siyasi suçluların yattığı cezaevi Sinop Cezaevi, benim babam da yatmış bir on sekiz gün, arkadaşımın babası yatmış. Sağcısı da yatmış, solcusu da yatmış. Bu bahsettiğim hikaye de bir sağ profil ve sol profil üç profiller aynı anda zindana atılıyorlar. Şartlar çok kötü olduğu için yani bu adamlar ne yapacaklar ne yiyecekler ne içecek nereye sıçacak affedersin. Bu adamlar bir hafta sonra, bir hafta orada kalıp ışık yok hiçbir şey yok, baya birbirlerine sarılarak dokunarak can ciğer çıkıyorlar.
H: Islahta böyle bir şey demek ki yani.
A: Çünkü oradaki bütün şeyini de yitiriyorsun bütün şartlar altında davanı da yitiriyorsun. Çünkü Sinop Cezaevi genelde böyle anılarda anılıyor. Yani hani mevcut şartların çok kötü olması o dönemki. Ama şu anda yepyeni bir yer oldu. İyi mi oldu kötü mü oldu o çok tartışmaya açık bir konu.
H: Ya işte, kullanım şeyi değişti. Ya bu buzhane de ne olduysa cezaevinde de…
A: Sene 89, 1989 Temmuz 31’de (gardiyanlık görevine) başladım. İlk 1996’da yeni cezaevine aktarıldık ama 1998’de ben oraya geçtim. 2016’da imzayı attım emekli oldum. İlk burada şurada nezaretimiz vardı. Personel girişi, mahkum girişi hep buradandır. Personel girer, aşağıda imzayı atar şeylere, bloklara dağılırlar. Mahkum da ilk geldiğinde ‘kapı altı’ dediğimiz yer var. İstersen mahkumun olduğu şeyi anlatayım; oraya getirirler, orada üst taraması, teslim alınır şeyler askeriyeden veya emniyetten sonra üst araması yapılır sonra durumuna göre bu kısımlara verilir veya daha huzursuzsa sıkıntılıysa aşağıda arkada tekli yerlerimiz var. Orada bir gece bırakılır ondan sonra daha sonra karar verilir kurul toplanır hangi gün tekli müşahedeye mi alınacak toplum içine mi verilecek şey olur… İlk mahkum buraya gelir kapı altında dediğimiz, sesim daha az geliyor mu? Kapı altı var burda, burda mahkum, üst araması yapılır, teslim alınır buradan kısımlara dağılır. Buradan ileriye gidemiyor kaleden.
Şurada şeyimiz vardı, iş atölyeleri vardı, hep yıktılar bu binaları yazık ettiler, marangozhane, halı, ayakkabı tamircisi bile vardı hepsini yok ettiler. Şimdi içeri girsek bile bir şey anlamayız. Şurada yine daireler vardı. Burada firar, oldu firar olduğu zaman ben burdayım onları yaşadık, onları… Şimdi şurada zindanımız var, benim zamanımda buraya hiç kimse atılmadı. Depoydu, kömürlüktü. Şurada ziyaret yerlerimiz var, ziyaret görüşme yapanlar. Mahkum öbür taraftan geliyor. Burası idare binası. Şurada nizamiye vardı. Ben ordaydım görevliydim orada. Şimdi orada işte anlatsam bahçe gibi bir yer vardı şurası şimdi böyle oldu. Burada adamlar duruyordu.
Bir gece, gece nöbetçisiyim tabii arkadaşları da var nizamiyede görevli. Burada da görevli var aşağıda da. Gece on iki sekiz otururken şu yukarısı bir takladı tenekeler, birisi mi geliyor dedik naptı dedik, baktık şöyle bir yukarısı açıktı tamam mı kedi zannettik içeride gitti dedik, kedi dedik. Sonra yukarıda, ben de ilk defa sansar görüyorum. Oradan aşağıya böyle uzun bir şey. O aşağıya gitti, biz de peşinden koştuk biz kedi zannettik. Aşağıdan şimdi büyük fareler mazgaldan bir çıkıyor bunu görünce kaçıyorlar. Oradan bir yere gidemeyince biz de koşturduk ya bunu, buradan bu köşeden şeyler vardı duvarlar da incir ağaçları falan vardı böyle. Buradan fırladı kaçtı gitti. Bu gidiş o gidiş yani. Bunu yaşadık.
Şimdi burası çocuk cezaevi mahkumların, şey o iş atölyesine giderlerdi buradan. Diyelim 150 tane mahkum varsa çocuk, aşağıya iş atölyelerine hepsi değil ama 70 , 80, 90 gibi o kapıda, bu kapıda nöbet tutardık. Tabii çocuk da çıkamazdı izinsiz, burada çocuk da gezerdi. Tabii çocuk dediğimde Doğu’da yetişmiş yaşları on sekizden biraz aşağı, geç yazılmış kütüğe ve beni böyle tutsa atacak atacak çocuklar vardı. Onlar şey yaparlardı, bu bahçelerde gezerlerdi. İşte çalışmayanlar. Şurada şeyler vardı, marangozhaneler, demirhanemiz vardı. Çocuklar buralar da gezerlerdi. Bu binada yatarlardı üst katlarda. Şimdi burada müşahede denirdi, şimdi bu tekli müşahedeler, şimdi bunlar şöyle koğuşlarda yatamayanlar, tekli yatmak isteyenler burada tek kişilik şeyler orda, huzursuz yapanlar… Şimdi bu üst binada, şimdi bu binada sağda kütüphane vardı solda mescidimiz vardı. Üst kata çıkardık orada koğuşlar vardı, iki üç görevli çıkardık, yüz tane mahkum içinde bizi dışarıya kitlerlerdi, biz içeride koğuşlar vardı. Tabii kapılar açık. Yüz tane mahkum… bir koğuşta otuz tane vardı. Bir tanesinde vardı…
Şurada demirhane vardı, tophane vardı, basketbol sahası vardı, şurada çeşmemiz vardı, burası kapalıydı. Şurası birinci müşahede, burası ikinci müşahede, şurada çeşmemiz, çay ocağımız vardı. Yemek yerdik, şurada yemekhanemiz vardı. Fırınımız vardı bak şurada. Şimdi cumartesi, Pazar, atölye olmayınca yüz tane mahkumun içinde biz buradaydık yüz tane mahkum yukarı çıkardık, yüz tane, cam, çerçeve, yani her zaman değil de çocuk birileri kavga ederdi, giderdik cama ‘bam’ diye vuruyordu bir de kendini kesiyordu. Müşahede dediğimiz yerlerden biri kapısı burada zaten. Burası şurada fırınımız vardı içinde, hep yıktılar. Yazık ettiler! Şu cezaevine hep yazık ettiler.
Fırın vardı aşağıda mutfak vardı, şuralarda şeyler yemekhaneler vardı. Hep yıktılar. Buradan şuradan hamamları vardı çocukların, içecek alırlardı. Şurada asker vardı, şurada çöpümüz vardı bu binanın arkasının işte. Böyle buradan banyo şeyi, odunluk vardı, kömürlük vardı. Ama tabi burası, buradan aşağıyı göremezdik şimdi çatıyı gördük ya. Burada çocuk cezaevi yani 16 yaşla 18 yaş arası ama Doğu’da çocuklar geç yazılıyor tuttuğu gibi atacaklar öyle çocuklar, ben ufacık kalıyordum yanlarında. Ama geç yazılmış, ondan sonra şöyle vardı, şurada altta büyüklerden birkaç kişi kalıyordu. Onlar da atölye gösterdik ya orada biraz ustalar, marangozlar yani iyi halli olanlar öyle onlar da kalırlardı şey yaparlardı. Müşahede sıkıntı yerlerdi onlar. Aşağıda bayanlar olduğu yer şuradaydı. ‘Malkara’ dediğimiz tek kişilik hücrelerimiz var, onlara giderlerdi. Tabii, erkek bayan on beş yirmi kişi şurada bir yerdeydi.
Tam gözüküyor mu? Şurası bayanların olduğu yerdi. Tabii bayanlara biz giremezdik. Şu kısımlarımız var bak orada gözüküyor. Şurası okulumuzdu, okuldu zamanında. Burada mahkum, gezerdi biz içindeydik. Böyle, büyük mahkum, burada şeyli, Filistinli mahkumlar vardı ben girdiğimde. Ankaradaki Mısır Başkonsolosluğu basmışlar, idami bekliyordu onlar. Ama öyle bir Türkçe biliyorlardı ki, bizle böyle şey. İsmi Muhammed, unutmuyorum. İdamlık olarak onları gördüm, onlar hazır bekliyordu. Bir tane de idamlık şeyde gördüm, ilk görevimde müşahede de vardı. Unutmuyorum ismini, ‘Seyfettin Uzun’du. İdamlık olduğunu duydum, kendisini gördüm ama tabii çıkmış o idamlık karar verilmiyordu bitmişti. Ama beni genelde nizamiye de çok aldılar. Kısımlar da görevler yaptım bayanlar haricinde. Evet, arkada da görev yaptım tek kişilik hücrelerde. Hani huzur vermeyenler arkaya atılırdı. Sonra koğuşlara verilirdi ama o zindan dediğimiz yerde kimseyi görmedim benim zamanımda. Benden önce atılmış, cezaevini yakmışlar, on tane gardiyan yüz tane mahkum. Şurada çocukların içinde kalıyorduk. Çocuklar Doğu’da yaşları ufak hani, kendileri büyük ama yaşları ufak, on sekiz yaşında, on yedi yaşında çocuklar beni tuttuğu gibi atacak çocuklar var. Ben koğuşlar dediğimiz yer, yüz tane mahkum vardı biz içindeydik. Sigara yasak, büyük koğuşa girerdim baktım duman, içerisi anladım sigara çünkü sigarayı hemen atıyorlar. Şeyin altı, yatağın altına yatağı yakıyorlar. Koğuşa girdin mi baktın mı, duman var camları açın derdim mahsustan. Nerede sigara böyle şey, bazıları yakalamaya çalışırdı. ‘Çocuklar!’ derdim çıkardım dışarı. Ama çocuklar büyüklere benzemez. Galeana çabuk geliyor, yaşadık.
Orada şu bahçe vardı, meyve ağaçları vardı mısır vardı. Hamam vardı orada, mutfak, depo, şey… Şurada incir ağacı vardı, okulumuz vardı, mahkum burada gezerdi. Şimdi bayanların olduğu yer de orası. O, Sabahattin Ali’nin yattığı koğuş; şu üçüncü koğuş benim zamanımda değil de öyle derler şeyler. Ama bunlar sonradan açıldı o kapılar yani. Şeyi de şurada, şurada bir okul vardı, şu karşıda ufak okul vardı. Biz görevliyiz. Orada görüşme yaptırdık mahkuma, şu müşahede de yine çocuk, huzursuz çocuk vardı. Orada müşahede karıştı bir anda, oraya… biz orayı bıraktık oraya gittik. Çocuk, gördük ki, çocuğun biri iri yarı çocuk, kaçırmışlar onu oradan. Ama tekme, ama bir tanesi camı dayamış boğazına,’’ Gelmeyin’’ diyor, giremezsin ki… dar böyle müşahede, oğlum, yalvara yalvara ‘Etme, gitme’ diye diye, burada bir yerde bıraktırdık çocuğu. Onu da yaşadık. Sonra aldık, gerekli tutanağı tuttuk, sonra barıştırdık onları. Tabii, aynı yere koymadık yine. O sıkıntılı yerdi.
Şurada okulumuz vardı. Ben cezaevi yandığında ben görevli değildim ama dediğin gibi ben 89’a girdim, 87 yangın olmuş, çatılar yanmış hep anlattılar bize. O zaman hep milleti ne yapıyorlar, orada şey yapıyorlar oradaki zindana dolduruyorlar. Şuradan arkaya doğru gidilirdi. Hep bunlar koğuşlar işte, küçük pencere gördüğünüz yerler koğuşlar, şurada gardiyan koğuşu vardı yıktılar. Ocağımız, kantinimiz vardı. Berberhaneler vardı onları yıktılar. Firar oldu benim zamanımda. Firarı anlatabilsem de anlatsam. Yani benim olduğum zaman oldu, ortalık karışık burada. Şöyle ki ben de cezaevine girmeden önce bana derlerdi ‘Yerin altına gidiyorsun, suyun içine gidiyorsun’ bilmem ne. Bir geldim ki başkan Murat vardı bizden eski, ‘Böyle böyle’ dedim. Bana bir fırça attı .‘’Ya oğlum’’ dedi ‘Yok öyle bir şey’ dedi. Şimdi şöyle, arkada tek hücreler var, onlar biraz daha aşağıda olduğu için logarlar denize gidiyorlar, dalgayla gelen şeyler suyu basıyor, su alıyor içi. O yani. Orada onu anlatırlardı. Öyle bir şey yok ben yaşamadım. Ama arkada görev yapmaya çekinirdik. Niye? Çünkü büyük büyük façalılardan korkardık yani. Ama ben dediğim gibi fazla kalmadım yani arkada.
Ama burası bizim zamanımızda depoydu. Marangozların deposu. Şurada marangozhane, halı tezgahları vardı. Şurada… Neredeydi o? Unutmuyorum. Zil vardı. ‘London’ yazıyordu ‘1888’. Şurada. Onu almışlar artık oradan, kültür müdürlüğünden mi aldılar. Şurada bir yerdeydi. Hiç unutmuyorum. Orada bir yerdeydi. Aşağıda. Orada bir yerdeydi ‘London’ yazan bir çan, hani çan vardı ya yeşil, onu almışlar. İşte burada marangozhaneler, halı tezgahları, cilthane vardı aşağıda, tersane vardı. Açık olan yerde tuvalet vardı, orası geçilmiyordu zaten. Tuvalet vardı. Çocuk mahkumlar buralarda dolaşırdı. Burada asker gezerdi. Aşağısı burada bitiyor zaten. . . Zaten biz aşağıyı geçemiyorduk zaten oradan. Orada işte marangozhane yine, terzihane vardı. Şu şeyi hiç hatırlamıyorum ben bak orada, yolun orada duruyor ya kuyu gibi. Ben o zaman çünkü tuvalet vardı orada onu hiç hatırlamıyorum yani. Bir tek burası açıktı, ön taraflar. Şunlar var ya bu aralarda binalar vardı.
Ama şu zili hiç unutmuyorum, gözümün önüne geliyor. Orada mıydı? Şu duvarda mıydı? Neredeydi? London yazıyordu, 1888, yeşil renk. Bak rengini bile unutmuyorum, görsem tanırım. O, oradan gitti. Artık kültür müdürlüğü mü aldı? Binanın köşesinde kalıyordu. Ben bunu hiç görmedim, sonradan gördüm yani yıkılan ek binalar eski surları ortaya çıkarmış. Burası şeydi, marangozhanenin deposuydu burası. Kulenin şeyiydi bu, burada çeşmemiz vardı, kantin vardı, yemekhane vardı, mahkumlara buradan yemek çıktı. He şöyle, eskiden, 1982’de en son idam oldu. İdam burada yapılmış öyle dediler. Burada olmuş yani idamda, en son idam. Biz göremedik ama onu zamanında olan bir arkadaşımız vardı, o da vefat etti gardiyan onun idam edilen mahkumun oğluyla tanıştık biz burada. En son idam olan Balıkesirli kişinin oğluyla tanıştık.
Cami, kapı vardı ben orada çok, dışarıda asker vardı kapıyı açardık. Çok iyi, belirli bir düzen vardı. Bak, sağıma, Ankara Ulucanları (Hapishane Müzesi) ne güzel yapmışlar ben gitmedim de anlatıyorlar. Olduğu gibi bırak, ama işte kültür müdürlüğüne geçince kalelere eklenti olanları yıktılar. O müşahede dediğim yerde, hep açtılar oraları yıktılar. Öyle yapacağına, çocuk cezaevi gösterdim ya, yıkacağına orayı, tamir ettir. Atölyelerimiz vardı yukarıda, demirhane hepsini yıktılar . Ben, bence yani on on beş sene görev yaptım. Bu mutfağı yıkmayacaklardı. Fırın, fırın yıkılmayacaktı. Orijinal bırakacaktı, müteahhit tamir edilecekti. Tamam, onlar sonradan eklenti, müdahaleler ama şimdi gelen diyor ki, ‘’Abi cezaevinde hiçbir şey yokmuş’’. ‘’Yok dedim, vardı’’ dedim. ‘’Yıktılar’’. Dedim ya sana görevlilerin beklediği kulübeler vardı. Onları yıktılar. Meyve ağaçları vardı, hamam vardı. Hamam duruyor camiinin. Hamam vardı orada mahkum oraya banyoda giderdi büyükler.
*Bu eser Sinopale 9, Dokuzuncu Sinop Bienali kapsamında SAHA’nın desteği ile üretilmiştir.